Neo-liberal politikaların emperyalizmin başarısız savaşları, artan güvenlik paranoyası, İslamofobi, yabancı düşmanlığı ve toplumsal eşitsizliklerle birleşmesi, ABD’de faşizmi besleyen unsurlar olarak öne çıkıyor. Aimé Césaire’in vurguladığı gibi, sömürgeciliğe dayalı emperyalizm nihayetinde kendi merkezinde de faşizmi doğuruyor.
Trump’ın zaferi, sadece ABD için değil, dünya çapında otoriter liderleri cesaretlendiren bir tehdit oluşturuyor. Avrupa’da İtalya, İngiltere, Almanya ve Fransa’dan sonra Avusturya’da da faşist hareketlerin güç kazanması, militarizmin ve nükleer silahlanmanın hızlanması, demokratik sistemlere yönelik saldırıları artırıyor.
Teknolojik gelişmeler, propaganda yöntemlerini daha da etkili hale getirirken, yalan haberler ve sosyal medya çarpıtmaları kitleleri faşist söylemlerin bir parçası haline getiriyor. Özellikle Trump’ın başkanlık seçimlerindeki söylemleri, bu sürecin ne denli tehlikeli olduğunu gösteriyor.
Faşizm, bir anda ortaya çıkıp kaybolan bir olgu değil; kapitalist sistemin içinde sürekli var olan bir olasılık. Project 2025, Trump’ın otoriter vizyonunu sistematik hale getirmeyi amaçlayan bir yol haritası olarak dikkat çekiyor.
ABD’nin içinde bulunduğu ahlaki çöküş, ekonomik eşitsizlik, artan şiddet ve siyasi yozlaşma, faşizmin büyümesi için uygun bir zemin oluşturuyor. Craig Mokhiber’in belirttiği gibi, Trump yönetimi, beyaz milliyetçiler, köktendinciler, neo-con’lar ve yabancı düşmanlarından oluşan bir koalisyonla hareket edecek. Bu durum, Ortadoğu’dan başlayarak küresel çapta daha fazla kaos ve çatışma yaratma ihtimalini güçlendiriyor.